Paris’in bohem mahallelerinde, karman çorman kafelerde, unutulmuş bir piyanist vardı:
Erik Satie. Günlerini kahve içip garip defterlerine çizimler ve notlar karalayarak geçirirdi. Üzerinde yıllarca değiştirmediği kadife ceketi, ceplerine sıkıştırdığı ufak kâğıtlarda, çağının çok ötesindeki bir müziğin tohumlarını taşıyordu. Onu tanıyanlar, 'garip' der geçerdi. Zaten Satie, onlar tarafından ciddiye alınmayı hiç umursamadı. Ama içten içe bir hesaplaşması vardı: Hem müzikle hem de kendisiyle.
Bir gün, Rue Cortot’daki küçük odasında piyanosunun başına geçti. Önünde açık duran kâğıda bir başlık yazdı: Gymnopédies. Alışılmış ritimler yoktu bu notalarda, parlak süslemeler de. Satie’nin besteleri, o güne kadar müziğin 'doğru' bildiklerine adeta meydan okuyordu. 'Basit bir melodi, insanın derinliklerine ulaşabilir mi?' diye düşündü.
Parmakları tuşlara dokunduğunda, sanki zamanda bir boşluk yarattı. O sade, yumuşak notalar, karmaşanın ortasında bir nefes gibiydi.
Müziği duyulmaya başladığında insanlar ona alaycı bir gözle baktı. Claude Debussy bile bir dönem Satie'nin sadeliğine küçümseyici bir tavırla yaklaştı. Ama sonra fark etti ki, Satie'nin yaptığı şey basitliğin ötesindeydi; o, müziğin saf özüyle konuşuyordu. Debussy, Satie'nin eserlerinden etkilenerek Clair de Lune gibi zamanın ötesinde bir şaheser besteledi ve bu, Satie'nin bir döneme ilham olduğunun kanıtı oldu.
Yine de Satie, hiçbir zaman büyük salonlarda alkışlanan bir isim olmadı.
Hayatının çoğunu yoksulluk içinde, yalnız geçirdi. Ama o bundan şikâyetçi değildi.
Bir keresinde şöyle dedi: 'Beni anlamamaları önemli değil. Asıl mesele, hissettiklerini müzikle anlatabilmek. Kim bilir, belki bir gün, bu notalar birilerinin ruhuna dokunur.'
Yıllar sonra, Satie’nin notaları gerçekten de ruhlara dokundu.
Onun müziği, zamanla bir filozofun yazıları gibi okunmaya, dinlenmeye başladı. Sade ama derindi. Adeta bir öğreti fısıldıyordu: Karmaşadan sıyrıl ve özüne dön.
Çünkü en büyük zenginlik, sadelikte gizlidir."
Comments