Gökyüzüne bakmanın unutulduğu bir çağda yaşıyoruz.
İnsanlar başlarını eğmiş, betonun, ekranların ve gölgelerin içine sıkışmış durumda.
Kendi gerçeklerini unutturacak kadar gürültülü bir sistemde, en büyük sessizlik gerçeğin ta kendisi. Kötülük artık kılıçla, zorbalıkla gelmiyor. Kötülük, bir fısıltı kadar ince, bir slogan kadar yumuşak, bir kanıksanmışlık kadar sıradan ilerliyor. Ve fark ediyorsun ki, en büyük yıkımlar sessizce gerçekleşmiş bile.
İki şehir karşılaşmış. Biri devasa binalarıyla gururlanırken, diğeri enkazın içinde sessizce bekliyormuş. Görkemli şehir, yıkılmış olana sormuş:
“Neden bu kadar sessizsin?”

Enkazın ortasında yükselen ses, hırıltılı ve yorgunmuş:
“Çünkü beni susturdular. Beni beton duvarların, kör kuralların ve hiç bitmeyen açgözlülüğün altına gömdüler.”
Görkemli şehir kahkahalar atmış. “Demek ki güçsüzdün. Demek ki hak etmiyordun.”
Enkaz şehri gülümsememiş, ama hafifçe titremiş.
“Ben güçlüydüm,”. “Ama gücümü satmadım. Sahip olduğum her şey, benim kalbimden ve inancımdan ibaretti. Senin büyüklüğün ise başkalarının omuzları üzerine kuruldu.
Sen yükselirken kaç kişiyi ezdiğini unuttun.”
Görkemli şehir bir an için duraksamış. Şehir meydanlarına bakmış: Tabelalar, reklam panoları, dev gökdelenler... Her şey sahte ışıklarla süslenmişti, ama gerçek bir ruhu yoktu. Duvarlarındaki sloganlar, hiçbir şey anlatmayan kelimelerle doluydu. "Özgürlük", "Bolluk", "İlerleme" diyordu. Ama bunlar, boş binaların yankısından ibaretti.
Bunu fark eder gibi olmuş, ama sonra kafasını kaldırıp daha da yüksek kulelerini izlemeye devam etmiş. Çünkü gerçekle yüzleşmek, yıkılmaktan daha korkutucuydu.
Çürümüş sistemler böyledir işte.
İnsanlara umut satarken, aslında onları korkuyla kontrol ederler.
Gerçek, her gün gökyüzünde asılıdır ama kimse yukarı bakmaz.
Bütün sesleri susturup, bütün kelimeleri tüketirler. Ve sonunda, içi boş bir gürültü kalır geriye. O gürültünün içinde, en tepedekiler hep kazanır, geriye kalanlar ise çürümenin bir parçası olmaktan başka bir seçenek bulamaz.
İçinde yaşadığımız sistem, kelimeleri değiştirerek gerçekleri saklamayı bir sanat haline getirmiştir. Savaşlara "barış operasyonu" derler, yoksulluğa "ekonomik denge", sömürüyü "gelişim" diye pazarlarlar. İnsanlar kelimelerle uyuşturulurken, tepede oturanlar daha fazla kazanır. Gerçeği görmek isteyenler ya susturulur ya da kendi seslerini unutacak kadar yalnız bırakılır.
Her şey devasa kulelerden ibaret sanılırken, sokaklar hep unutulmuş insan hikayeleriyle doludur. Duvar diplerinde göz göze gelmekten kaçınılan yüzler, sistemin yan etkileridir.
Onlar, reklamlarda görülmeyenlerdir. Onların hikayeleri, bir raporun dipnotu bile olamayacak kadar önemsiz bulunur. Çünkü çürümenin en büyük başarısı, çürüyenleri görünmez kılmaktır.
Ve belki de en acı gerçek şudur: En büyük kötülük, kendini ispat etmeye çalışmaz. O, kimsenin fark etmediği gölgelerde, yanlışların kanıksandığı köşelerde, sessizce kök salar. İnsanlar onu olağan görmeye başladığında, artık durdurulamaz hale gelir.
Bir gün, o görkemli şehir de yıkılacak. Çünkü çürüme her şeyi sarar, en yüksektekileri bile. Fakat çürümüş bir sistemin külleri bile, bir sonraki düzenin tuğlalarına karışacaktır.
Bu yüzden kötülük hiçbir zaman tamamen yok olmaz, yalnızca şekil değiştirir...
Gerçek şu ki, bu hikayede hepimiz bir noktada o enkaz şehriyiz.
Hepimiz susturulduk, kandırıldık ya da görmezden gelmeyi seçtik.
Ve belki de en büyük soru şu:
Bütün bunları görmeye cesaret edebilecek miyiz, yoksa başımızı kaldırmadan yürümeye devam mı edeceğiz?
... ...

Commenti