Bugün, sabahın ilk ışıkları odaya usulca dolarken, pencerenin kenarına oturup düşüncelere daldım. Camın arkasında şehir, sessiz bir nefes alıyordu.
İnsan, bazen hayatın içinde kaybolarak onu anlamlandırmaya çalışır.
Ama anlam dediğimiz şey, çoğu zaman elimizden kayıp gider. Orhan Pamuk’un dediği gibi, “Hayat dediğimiz şey, başkasının hayatına karıştığı yerde başlar.” Ve işte, tam da bu karışıklıkta kendimi buluyorum.
Camus bir yerde “Mutlu olmak bile bir başkaldırıdır,” demişti.
Bu cümle zihnimde dönüp duruyor. Çünkü hayatı anlamak için her şeyden önce, onun saçmalığını kabul etmek gerekiyor. Saçmalığın ortasında, tutunacak bir dal arıyorsun.
Belki bir dost eli, belki bir şarkının melodisi. Ama çoğu zaman, yalnızca kendi nefesinle baş başa kalıyorsun.
Bir an, sokağa baktım. Sabahın bu saatinde uyanık olan insanlar…
Kim bilir, kaçının ruhunda bir çatlak var? Hepimiz, o çatlaklardan sızan ışıkla yaşıyoruz.
Ve belki de bu yüzden, çatlaklar hayatın en güzel yanıdır. Çünkü oradan içeriye giren ışık, bizi olduğumuz kişi yapar.
Hayat, çoğu zaman göremediğimiz bir aynadır. O aynada kendimizi ararız, ama yansıyan hep başkalarının yüzüdür. Bir an durup, “Ben kimim?” diye sormak isteriz. Ama korkarız. Çünkü o sorunun cevabı, bizi değiştirebilir. Hayat, işte tam da bu korkuyla başlar.
Ve belki de o korkuyla biter.
Bir zamanlar, her şeyin bir cevabı olduğuna inanırdım. Şimdi ise, soruların daha değerli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hayatın anlamı, bir cevaptan çok, bir arayıştır.
Camus’un Sisifos’u gibi, kayayı dağa taşırken, anlam ararız.
Oysa belki de o kayayı taşımak, başlı başına bir anlamdır. Bugün, pencerenin kenarında otururken anladım ki, hayatı anlamaya çalışmaktan çok, onu yaşamaya çalışmalıyız.
Ve belki de hayat dediğimiz şey, tam da o an, pencerenin kenarından şehre bakarken yazılan bir yazıdır.
Aky aralık 24..
コメント