Elimde telefon, gözlerim ekrana kilitli. Bir mesaj daha geçiyor, emoji dolu, süslü, ışıldayan. Hayat bir sosyal medya rüzgarı gibi önümden kayıyor, kaydırıyorum, geçiyorum. Ama o, yani sen, o anda bir gölge gibi beliriyorsun. Ölmüşsün... Bitti. Bir ‘ping’ kadar soğuk, bir bildirim kadar sessizce, ekranımın arkasına gömülüp gitmişsin.
Kalbime saplanan şeyin ne olduğunu anlamıyorum. Ne ara bu kadar uzağa düşmüşüz biz? O en sevdiğin kahve fincanını kırdığım günü hatırladım bir an, "Dert etme!" demiştin, "Bir kahve fincanı ne ki?" Oysa şimdi her şey o fincanda saklıymış.
İşte, o an beynimde yanıp sönen tabelalar: "Kimdin sen?" diye bağırıyor. Tanıdığımı sandığım o yüz, şimdi her şeyin anlamı haline geliyor. Nefesini dinleyemediğim, gözlerine tekrar bakamadığım o anıların tokat gibi yüzüme vurduğunu hissediyorum. O kadar geç kalmışım ki…
Hayatın önüne geçemiyorsun, akıyor işte. Fakat bu kez gözlerim açık. Kayıp gidene değil, kalan her şeyin kıymetini bilmeye kararlıyım. Hayatın içindeki “detayları” yaşamak istiyorum; o eski fincanın kırık kenarında duran kahve izini, dudaklarında kalan gülümsemeyi, söylenmemiş kelimelerin sıcaklığını.
Sonra… bir yerlerde, belki de eski bir fotoğrafımıza denk geliyorum. Altına “özledim” yazıyorum. Kimse görmüyor. Tam benlik. Sanat yapmayı içselleştirmiş bir çocukluk ve eline verilen sazın saatleri sabırlar ile iç içe. Bir anlık bağırış, sessiz bir yankı oluyor. Ve belki sen de görüyorsun orada, bir ekranın ötesinden. Sonra bir kalp bırakıyorum, ekranda yanıp sönen o parıltıyı, sana…
Ve işte o an, umut hala orada. Şu an yanımda olmasan da, seni yanımda hissetmek için artık göklere bakmam gerekmiyor. Anlatmak istediğim buydu hep aslında. Her şeyin içinden geçen tek şey sadece sevgi... Her yerdesin; attığım her adımda, dokunduğum her eşyanın içinde, bıraktığın tüm izlerde yaşıyorsun. Huzurla uyu. İlk aşk...
Comments