Beşiktaş İskelesi’ndeki sabah havasını bilirsiniz. Denizden gelen tuzlu bir serinlik, martıların çığlıkları ve çay bardaklarının ince bir melodide buluşan şıngırtısı... Ama en çok vapurun gelişiyle ortaya çıkan o bekleyiş hissi. Herkes bir yere gidiyor gibi görünür, ama sanki kimse varmak istemez.
Her sabah elimde keman kutusuyla bu iskeleye gelirdim. Asya’ya geçmek bir yolculuk değildi benim için; bu, iki farklı dünya arasında bir anlam arayışıydı. Avrupa'nın karmaşasından, Asya'nın dinginliğine doğru bir geçiş... Beşiktaş’taki insanlar hep daha telaşlı, daha aceleciydi. Kadıköy’e vardığımda ise adımlar yavaşlar, yüzler gevşer, sanki bir anda hayatın ağırlığı insanların omuzlarından inermiş gibi gelirdi.
Vapur, suyu yararak ilerlerdi. O anda iki kıta arasında bir boşlukta olmak, insanı sanki zamanın dışına taşırdı. O boşluk... İşte orada düşüncelerim ağırlaşırdı. Her şeyin dışında ama her şeyin tam ortasında hissetmek gibi. Martılar süzülürdü, suyun üzerindeki gölgeleri kısa bir an içinde kaybolurdu. İstanbul’un kıtaları gibi, o gölgeler de birbirinden farklı ama aynı denizin parçasıydı.
Konservatuvara vardığımda, o binanın sessizliği beni karşılardı. Ama o sessizlik bir yandan notalarla da dopdoluydu. Çalışma odalarının aralık kapılarından taşan melodiler, hayatın tüm karmaşasını bir anlığına sustururdu. O anlarda, Avrupa’nın karmaşası ile Asya’nın sabrı arasındaki dengeyi bulmaya çalışırdım. Belki de bu yüzden müzik, benim için sadece bir sanat değil, bir denge arayışıydı.
Ama en çok vapurdayken düşünürdüm. Deniz, kıtaları ayırmaktan çok birleştirirdi. Avrupa'nın telaşlı sabahları ve Asya'nın dingin akşamları, hep aynı suda yıkanırdı. Ve ben, bu iki dünyanın arasında her gün biraz daha kendimi bulurdum. Belki de insan, deniz gibi bir şeydi; hem sınır, hem de köprü...
Aky. Şubat 2012
Comments