Bugün kendimi yine aynı pencerenin önünde buldum.
Gökyüzü gri, ama gri bile sakinliğin bir rengi değil midir? Franz Kafka’nın dediği gibi, “Her şeyin olduğu gibi kalmasına izin verirsen, kendiliğinden değişir.” Bu cümle zihnime düştü. Pencereden dışarı bakarken, bir şeylerin değiştiğini hissedebiliyordum. Ama bu değişim, yalnızca içimdeydi.
Bir an için zamanın durduğunu düşündüm. Marcel Proust’un o unutulmaz sözleri yankılandı içimde: “Gerçek bir keşif, yeni manzaralar bulmak değil, eski manzaralara yeni gözlerle bakmaktır.” Belki de bu yüzden, aynı manzarada sürekli farklı bir hikaye görüyorum. Dışarıdaki sokak, yürüyen insanlar, titrek ışıklar... Hepsi sanki başka bir dünyanın penceresi.
Zihnimde yankılanan Virginia Woolf’un sesiydi bu kez: “Bir yere gitmek zorunda değiliz; zaten olduğumuz yer, yeterince büyüleyici.” Gözlerimi kapattım. Belki de yolculuk dediğimiz şey, hiçbir yere gitmeden, sadece bulunduğumuz yerde daha derine inmektir.
Ve işte orada, Fyodor Dostoyevski’nin bir cümlesi bana eşlik etti: “İnsanın en büyük sırrı, kendi ruhunun aynasına bakmayı öğrenmektir.” Bu aynaya her baktığımda, gördüğüm şeyin yalnızca yansımalar olduğunu fark ediyorum. Gerçek, bu yansımaların arasında bir yerde saklanıyor.
Hayat, Milan Kundera’nın dediği gibi, “Hafifliğin ve ağırlığın dansıdır.” Belki de bu yüzden, bazen her şey çok karmaşık görünürken, aslında yalnızca bir dans adımı kadar sade olabilir. Ve o dansı hissedebilmek için, sadece bir an durup dinlemek yeterlidir.
Pencerenin önünden kalkarken içimde tuhaf bir dinginlik vardı. Haruki Murakami’nin dediği gibi: “Cevapları bulduğunda değil, doğru soruları sorduğunda özgürleşirsin.” Belki de hayat, doğru soruların izini sürdüğümüz bir yolculuktur. Ve o sorular, her zaman aynı pencerenin önünde yankılanır.
Aky Aralık 24
留言